Stresli bir öğrenim yılını bitirmenin vermiş olduğu rahatlama ile 8 günlük bir Avrupa turu planladık ancak bu sefer geçen seneki gibi turla gitmek yerine daha serbest olabileceğimiz bir gezi olsun istedik. Şunu söylemeliyim ki benim için bu gezinin yeri bir başka çünkü yaklaşık 10 senedir Brugge’a gitmenin hayalini kuruyordum. Her sene Brugge’a gideceğiz diye yola çıkıp başka yerlere gidiyorduk. Neyse ki bu sene rotamızdan şaşmadık.
25 Haziran sabahı 06.35 uçağıyla Almanya’nın Düsseldorf şehrine doğru yola çıktık. Hollanda’da kalacağımız şehir olan Nijmegen’a Amsterdam’dan daha yakın olduğu için buradan gelmeyi tercih ettik. Düsseldorf’tan 1 saatlik bir araba yolculuğu sonrası Nijmegen’a vardık.
Nijmegen
Nijmegen 2000 senelik geçmişi olan, Hollanda’nın en eski şehirlerinden biri. Tarihi merkezinin adı “Görece” diye geçiyor. Parkları ve geniş caddeleri olan yaşamak için oldukça huzurlu bir şehir burası. Gerçi İstanbul’da yaşayan biri olarak bana Avrupa’da neredeyse gittiğim her yer oldukça huzurlu ve sakin geliyor diyebilirim. Özellikle geceleri dışarı çıktığınızda gerçekten sokakta çok az kişi oluyor bana bayağı ilginç gelmişti. Şehrin merkezinde Molenstraat isimli caddede Roma Katolik Kilisesi’ne bağlı St Peter Canisius Kilisesi bulunmakta ve buraya gelirseniz bu kiliseyi görmenizi tavsiye ederim. Kilise 2.Dünya Savaşı sırasında bombalanmış ve 1960’ta restore edilmiş, restore edilirken de yanına bir çan kulesi dikilmiş. Zaten şehir merkezine geldiğinizde çan kulesi direk dikkatinizi çekiyor. Ayrıca her sene temmuz ayında burada festival düzenleniyormuş ve bu sakin şehrin her yanı turistle doluyormuş. Festival zamanlarında bu çan kulesinden aşağıya atlama gibi eğlenceler düzenliyorlarmış. İlk gün Nijmegen’i gezdikten sonra, ertesi gün sabahtan Lüksemburg’a gitmek üzere arabayla yola çıktık.
Lüksemburg
Yaklaşık 3 saat 45 dk’lık bir araba yolculuğu sonrası Lüksemburg’a ulaştık. Ülkenin başkenti ile aynı adı taşıyan Lüksemburg oldukça küçük ve zengin bir ülke. Bakmayın öyle küçük bir ülke olduğuna, konum itibariyle büyük öneme sahip olup AB, NATO, BM, Benelüks Topluluğu ve Batı Avrupa Birliği’nin kurucu üyesi. İdari açıdan 3 eyalete bölünmüş olan devlet meşruti monarşi ile yönetiliyor. Dünyada dukalık olan tek ülke olma özelliğini taşıyor. Çok yeşil bir ülke olduğunu ve kocaman ağaçlarına hayran kaldığımı söylemeden edemeyeceğim. İnsanları son derece kibar, kuralcı ve huzurlular ve bu güzel enerjileri hemen size de bulaşıyor. Görülmesi gereken yerler arasında Adolphe Köprüsü, Grand Ducal Sarayı, Chemin de la Corniche ve Notre Dame Katedrali’ni sayabilirim. Buraya gelenlerin en çok ilgi gösterdiği yer sanırım Bock Tahkimatıdır. Kale üzerine inşa edilen kayalık yükselti içine oyulan tünellerle birlikte şehri düşman akınlarından korumuş. Buranın en üstüne çıktığınızda ise Petrus Vadisi’nin muazzam manzarası sizi karşılıyor ve benim için asıl Lüksemburg orasıydı.
Petrus Nehri’nden güvenli geçişi sağlamak adına tren garı ve kent merkezini birbirine bağlayan Adolphe Köprüsü inşa ediyorlar. Yapımı 100 yılı geçmiş ancak şehirde kullanıma açılan son köprü olduğu için halk tarafından burası Yeni Köprü olarak adlandırılmış. Sadece köprüden geçerken aşağıya bakmak bile Lüksemburg’un ne kadar güzel bir ülke olduğunu size anlatmaya yetecektir.
Merkezi de küçük olduğu için 1 gün ayırmanız bence yeterli olacaktır. Biz bütün gün şehri gezdikten sonra akşam 7 gibi Fransa’nın Metz şehrine doğru yola çıktık.
Metz
Lüksemburg’dan 1 saat uzaklıkta yer alan Metz bence gizli kalmış doğa harikası bir yer. Garip bir şekilde şehrin merkezini bulmakta çok zorlandık. Lüksemburg’dan sonra buraya geldiğimiz için çok detaylı gezemedik. Yine de gitmeden önceki araştırmalarım ve oradaki gözlemlerime dayanarak söylüyorum bence görülmesi gereken 3 yer vardı; Seille, Mez Katedrali ve Temple Neuf. Özellikle Temple Neuf böyle fotoğraf çekmeye doyamayacağınız bir yer ve orada müthiş bir wallpaper çektiğimi düşünüyorum (ki yazının altına koyacağım.) Ancak akşam yemeği için gece 10’a kalmanızı önermem çünkü burada o saatte servisler kapanıyor ve sadece içki servisi yapıyorlar. Yani kimse bize yemek vermedi maalesef ama o sırada otele gitmek benim için yemek yemekten daha önemliydi neyse ki.
Paris
Sabah erkenden Paris’e doğru yola çıktık. 3 saat süren bir yolculuğun ardından öğle saatlerinde Paris’e ulaştık. Aslında bu benim Paris’e 3. gelişimdi o yüzden bu sefer Paris’te görülmesi gereken bazı yerleri es geçtim diyebilirim. Otelimizin hemen yanında metro istasyonu olduğu için merkeze ulaşımda hiç zorluk çekmedik. Paris’in en güzel yanlarından biri müthiş gelişmiş metro hatlarına sahip olması bence. Her yere metro ile ulaşmak mümkün. Metroda 10’lu satılan biletlerden almak daha uyguna geliyor 14 euroya 10 kere binebiliyorsunuz ama bindikten sonra kullanamayacak olsanız bile asla metro istasyonundan çıkana kadar biletinizi atmayın çünkü bazı istasyonların çıkışında görevliler size bilet soruyor ve kullandığınız biletleri kendilerine veremeyince size kaçak yolcu muamelesi yapıyorlar ve kişi başı 35 euro ceza kesiyorlar. (Bizim başımıza 2. gün opera binasına giderken böyle bir olay geldi ve çok moralimiz bozulduğu için ilk önce buna değinmek istedim.)
Herkes gibi biz de önce buranın simgesi olan Eyfel Kulesini görmeye geldik. (traocadero durağı) Metro direk Champ de Mars’a çıkıyor ve Eyfel Kulesi sizi ihtişamlı görüntüsüyle karşılıyor. En son 7 sene evvel geldiğim için tekrar Eyfel Kulesini karşımda görünce birazcık heyecanlandım açıkçası. Kulede müze, restoran ve seyir terası bulunuyor ancak daha önceki gelişlerimde çıktığımdan dolayı tekrar tepeye çıkmadım. Buradan yürüyerek yaklaşık 20 dk içerisinde Şanzelize Caddesine (Champs Elysee) ulaştık. Sadece Paris’in değil Dünyanın en ünlü caddelerinden biri olarak sayabileceğimiz Şanzelize 2 km uzunluğunda, caddenin sonunda ise diğer bir turistik yapı olan Zafer Takı yer alıyor. Ayrıca Şanzelize Caddesi oldukça lüks mağaza, restoran ve kafelere de ev sahipliği yapıyor. 60 euroya 3 kişi yemek yiyebiliyorsunuz ama sonra Türk lirası olarak hesaplamaya çalışmanızı hiç önermem :)) Biz de burada yemek yedikten sonra tekrar Eyfel Kulesi’ne doğru yürüdük. Akşamları Eyfel Kulesi’ni ışıklandırıyorlar ancak gece 23’ü buluyor hatta ben bir ara hiç ışıkları yanmayacak zannettim ama tam 23.00’de yanmaya başladı.
2. gün ilk olarak ressamlar tepesi olarak adlandırılan Montmartre Tepesine gittik. 130 metrelik tepenin üzerinde bembeyaz sanki bir düğün pastasını andıran Sacre Coeur Bazilikası yer alıyor. Salvador Dali, Vincent Van Gogh, Pablo Picasso gibi çok sayıda sanatçı burada yaşamış, ismi de buradan geliyor sanırım. (Buraya ulaşmak için en kolay yol Anvers metrosunda inmek.) Bazilika’nın konumu ise Eyfel’den sonra şehrin manzarasını en iyi görebileceğiniz yermiş.
Kilisenin içini dolaştıktan sonra opera binasına gitmek üzere tekrar metroya bindik. (O ceza yediğimiz metro istasyonu burası!!!)
Haksız yere ceza yediğimiz için baya sinirimiz bozulmuştu ve opera binasını pek de keyifli gezemedik ama aslında inanılmaz şaşalı ve büyüleyici bir yer özellikle gösteriş ve lüks seven insanların buraya mutlaka uğramasını öneririm. Ben 1800’lü yıllarla ilgili filmler izlemeyi, o zamanki baloları anlatan kitaplar okumayı çok seven biriyimdir ve içeri girdiğimde sanki o zamanlara dönmüşüm gibi hissettirdi. Kitabın içine girmek gibiydi ama benim fırfırlı dantel elbisem eksikti :)) (buraya giriş ücreti 12 euro)
Brüksel
Paris’ten 3 saat uzaklıkta yer alan Brüksel ufak bir meydana sahip olan tatlı bir şehirdi. Genel olarak Belçika’nın tüm şehirlerini çok sevimli ve birbirlerine benzer buldum aslında. Yürüyerek şehrin meydanına ulaşmamız çok zor oldu aslında çünkü istisnasız gördüğüm her çikolatacıya girdim. Şunu itiraf etmeliyim çikolata delisi biri olarak ne yapsam da beni burada bırakıp gitseler diye çok düşündüm. Ama bırakmadılar tabii.. Şehirde işeyen çocuk heykeli diye oldukça meşhur bir heykel var güya şehirde çıkan yangını çocuk işeyerek söndürerek herkesi kurtarıyormuş. Keşke daha gerçekçi bir hikaye bulsalarmış :)) Heykeli boşverin de hemen yanında çok güzel waffle yapan bir yer var oraya mutlaka gidin. Bir de Belçika demişken çikolata kadar biralarının da hakkını vermek lazım. İngiltere’nin “fish&cips ve bira” kültürü Belçika’da da var. Bence gelmişken Grand Palace’ın da bulunduğu Cinquantenaire Meydanı’nda oturup fish&chips ile bira için.
Bütün gün Brüksel’i dolaştıktan sonra Nijmegen’e geçerken yolumuzun üzerinde olduğundan akşam yemeği için Anvers’e uğradık. Bence Brüksel’e benziyordu aynı eski hava burada da vardı. Çok fazla şehri keşfetme fırsatımız olmadan Hollanda’ya geri döndüğümüz için burayla alakalı fazla bir şey yazmayacağım.
Giethoorn Köyü
Bana Hobbitlerin köyünü anımsatan; masallar diyarından çıkmış gibi bir yerdi Hollanda’nın Giethoorn Köyü. Amsterdam’dan 150 km uzaklıkta yer alan bu köyün kendi kuralları var mesela motorlu taşıt ile köyün içinde giremiyorsun bir yerde aracını park etmek zorundasın ve buradan sonra Giethoorn Park kısmına ulaşımı sadece bisikletle veya kanallarla yapabiliyorsun. Her evin kendine ait ufak bir botu var. Evler ev değil de her biri özenle yapılmış kuş yuvalarını andırıyor bana.
Tek yapabileceğiniz botlarla 1 saatlik kanal turu ve ardından köyün daracık sokaklarını keşfetmek. Öyle huzurlu bir yer ki orada bir gece kalmadığımıza pişman olduk. Ayrıca köyün içinde bir peynirci var ve müthiş peynirler yapıyor; lavantalı, pesto soslu, ısırgan otlu vb bir çok çeşit peyniri var satın almasanız bile girip hepsinden tadabilirsiniz. Kısaca bana Avrupa’da en beğendiğin 5 yeri say deseniz kesinlikle içinde Giethoorn Köyü’nü sayarım.
Brugge
Gezimizin son gününü özellikle Brugge’a ayırmayı istedim ki eve dönerken aklımda en çok burası kalsın. Benim Brugge merakım aslında bir pazar günü tv de Brugge belgeseli izlerken başladı. Daha 7.sınıftaydım ve o belgesel beni aşırı etkilemişti. Gerçekten anlatıldığı gibi şehir orta çağ kokuyor ve ben orta çağa hayranım. Orta çağ ile ilgili okuduğum, izlediğim, dinlediğim her şey benim aşırı ilgimi çekiyor ve özellikle bu mimari yapısını korumuş şehirler beni oldukça etkiliyor. Bir de üzerine sokakları çikolata kokan bir orta çağ şehri düşünün. İçinden kanallar geçen, ufak ama muazzam bir yerdi kısacası. Aslında 1 günde her yerini görebileceğiniz bir şehir ama bence 2-3 gün kalınması gerekiyor. Ayrıca gitmeden birkaç gün önce “In Bruges” diye bir film izlemiştim ve filmde izlediğim her yeri bulmaya çalıştım :)) Şehrin asıl ve en önemli meydanı Grote Markt (Büyük Meydan) bir çok dükkan ve restoranın yanı sıra 12. yüzyıldan kalma çan kulesine, bölge mahkemesine ve şehrin tarihini anlatan historium müzesine ev sahipliği yapıyor. 366 basamak merdiven çıkmak gözünüze büyümez ise Çan Kulesi’nin en tepesine çıkarak 360 derece Brugge manzarasını izleyebilirsiniz. Gezilecek yerler arasında Kutsal Kan Bazilikası, Aziz Salvator Katedrali, Eski Aziz John Hastanesi, Burg meydanı ve Minnewater Parkı (Lake of Love) yer alıyor.
Kuzey’in Venedik’i olarak adlandırılan Brugge’a gelmişken yaklaşık yarım saat süren sandal turu yapmayı da atlamayın, Brugge’un orta çağ ruhunu derinden hissetmenizi sağlayacak olan sandal turu yapmanın bedeli ise kişi başı 8 euro.
Şehrin her sokağında waffle dükkanları var ve canınız waffle isterse akşam 5’ten sonraya bırakmayın derim çünkü tüm waffle yapan dükkanlar birden kapanıyor. Bir de burada ilk kez çikolatalı bira gördüm, marketlerde her yerde satıyorlar. Çok güzel bir aroması var.
Eğer siz de bizim gibi kalmak yerine günübirlik olarak gitmeyi tercih ederseniz bile mutlaka şehrin gecesini görün, Büyük Meydan’da bir akşam yemeği yemeden dönmeyin derim.
Akşam 23 gibi içimde dönüyor olmanın verdiği hüzünle Brugge’dan ayrıldık ve 8 günlük tatilimizin sonuna geldik. Hissediyorum ki bu masalsı şehre tekrar geleceğim.
Mistik Sloth’tan sevgiler..